Jump to content
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Ağır Mekan

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Adolf

Yazar
  • Katılım

  • Son ziyaret

    Yok
  1. Bahçeşehir’den evden çıkarken geceye dair hafif bir heyecan, hafif de “ulan bunca yol, bunca para, en önde de olsam değecek mi?” tereddüdüyle arabanın anahtarını cebime attım. İstanbul’un kadim trafik stresiyle boğuşacak havam yoktu; neyse ki günlerden pazartesi, yol şanslıydı, ağır vasıta dışında ciddi bir yoğunlukla karşılaşmadan, Batı’dan doğuya akan klasik bizim Bahçeşehir otoyoluna kendimi salıverdim. Her zamanki gibi Mall of İstanbul gişelere kadar sağlam bir trafik ve ardından tıkanan bir damarın açılmasıyla zerk eden kan hücreleri gibi akan bir trafik... Şehir, akşam ışıklarında karanlık bir deniz gibi uzanırken, arabamda klasik GNR şarkıları “Don’t Cry” arka planda, içimde, bir yandan geçmişin hatıraları bir yandan da “bugünün dedikodusu ne olacak acaba?” merakıyla yol aldım. Arabayı, Çukurcuma’daki diğer evime yakın bir yere bırakmak bir ayrıcalık; zira stadyum gecelerinde Beşiktaş’ın civarında park aramak, kendini orta çağ zindanında anahtar bulmaya çalışmak gibi bir şey. Aracı, apartmanın önündeki iki ‘yarı-korsan’ parkçıya emanet ettikten sonra, akşamın asıl ritüelini başlatmak üzere, hızlıca Taksim’e çıktım. Kafamda, “Bugün gerçekten yerli müzik piyasasında ne manyaklıklar dönmüş, kim kiminle ne yapmış?” türü sorular var; zaten Rolla’da buluşacağım tayfa belli, hep bir ağızdan dedikoduya doyacağım. Rolla Bar’da bira soğuk, masa kalabalık. Ağır Mekan’ın çekirdeği ve sonradan eklemlenen yeni nesil ‘dedikodu komando birliği’ eksiksiz. Daha ilk yudumu içmeden, masada o tanıdık rockçı magazini alevleniyor. Geçen hafta bir indie grubun vokalisti, başka bir grubun basçısıyla Bodrum’da beach’te yakalanmış, oradan konu doğrudan grubun davulcusuna kayıyor. Abi şu rock camiası, ahlak konusunda borsadan hızlı çöküyor; hele şu davulcu, pes yani. Adam neredeyse her sohbette başka bir “zafer” hikayesiyle karşımıza çıkıyor, geçen yıl sayısız kere karısını aldatmış. Şimdi bir de “erkeklik” anlatıyor ya, pes! Aslında acıklı olan kısmı da şu: Kendini masada bir halt sanıp, “abi ben öyle bir adammışım ki kadınlar peşimden koşuyor, erkek adam sevdasını bilir” diye anlatıyor, ama geçen ayın stüdyo muhabbetlerinde öğreniyoruz ki, adam viagrasız sevişemiyor, sürekli reçeteli mor ve mavi ilaçları sayıklıyor. Yani davulcunun maskülenlik miti, eczane kuyruğunda başlıyor, backstage tuvaletinde bitiyor. İnsan ister istemez, “Yahu bu ne boşluk? Hem insan gibi davranmayıp hem de böylesine zavallı bir tabloyu bir de marifetmiş gibi paylaşmak… Tam bir rockçı trajedisi.” Masada herkesin gözlerinde bir “ulan adam bunu gururla nasıl anlatıyor”, “kendi karısını gözümüzün önünde neden aşağılıyor”bakışı var. Sonra laf yine başka bir ahlaksızlığa, başka bir “kim kimi nerde, hangi kuliste yakalamış” hikayesine evriliyor, ama inanın, bu davulcununki başka bir boyut. Tam “grupta hakimiyet kurmaya çalışıp dedikodularla ortalığı karıştıran” arka plan karakteri: Davulun başında ritim tutuyor, ama hayatının temposu hep başka yalanlarda çalıyor. Ne boş insanlar var, gerçekten... Ve tüm bu boşlukları, maskaralıkları, adam gibi adamlıktan uzak hareketleriyle, hâlâ “rock’n roll ruhu” diye pazarlayan bir nesil. Davulcunun karısını aldatırken çektiği fotoları grup elemanlarına atması, hatta karısının koltuğunda eve getirdiği başka bir kadının fotoğrafını çekip yine gruba yollaması gibi saçma sapan hikâyeler de cabası. İnsana kendi kendini sorgulatan, ama aynı zamanda “en azından bugün konser için için geldik, çevrelerin ahlakını sorgulamak için değil” dedirten bir tablo! Yokuş aşağıya, bira elde, “Abi gecenin başı, geceyi bu kadar fazla dedikoduya boğarsak sabaha kadar rezil oluruz” diyerek, ama kahkahalarla aşağıya yürümeye başladık. Beşiktaş’a doğru yol aldıkça, ayakkabının altı taşla, kafa ise muhabbetle ağırlaşıyor. Grubun esas “efsanevi davulcusu” hakkında konuşmak yasak adamın maceraları yetmezmiş gibi, geçen sene grup toplantısında “ben aslında liderim” diye çıkış yaptığı, sonra menajere çaktırmadan solistin setlistini değiştirdiği, hatta stüdyo provasında WhatsApp’tan vokalistin eski eşine DM attığı iddiası, aramızda “Bu ülkede rock piyasası dizi olsa izlenir” dedirtti. Stadyum kapısına yaklaşırken, işte o klasik sahne: Yanımda biranın son yudumunu alıp sıraya diziliyoruz. Güvenlik sırası bitmek bilmez, ama sırada bile muhabbet var: “Abi geçen sene burada kim ne kadar para verip en öne geçti, bu sene VIP’de kim kimi sokmuş, geçen yılın sonunda hangi eski efsane gruptan hangi yeni prodüktör çıkmış, hangisi menajerini festivalde kovmuş?” Herkes bir başka hikaye anlatıyor, ve işte o noktada fark ediyorum ki, konser dediğin şey sadece müzik değil, bir tür ‘sosyal araştırma sahası’. Tam o sırada içeriden soundcheck’in son anı duyuluyor, bir anlığına herkes susup stadyumun içine, sesin ne kadar rezalet olduğunu anlamaya çalışıyor herkes kafasını sallıyor, biri diyor ki, “Abi, tribünde duyamayacaklar gene, en önde de çığlık gibi geliyormuş.” Ben de “ne diyeyim, paramızla rezil olmanın en keyifli yolu yine rock konseri” diye geçiriyorum içimden. Sonrasında, bilet kontrolü, son bir sigara ve belki de bu gece yaşayacağımız her şeyden habersiz, en önde, sahneyle aramda yalnızca bariyerler ve bir avuç güvenlik varken, koca geceye adım atıyoruz. Ve tam burada, o barajın arkasına geçtiğim an, hayatımda ilk kez paraya kıymanın, “Ağır Mekan” tayfası sayesinde hayal gibi bir bilete kavuşmanın, ne demek olduğunu idrak ettim. Hani o herkesin “bir gün ben de ön tarafta, sahneye neredeyse dokunacak kadar yakında, nefesini hissettiğim bir konserde olacağım” dediği o anlar var ya, işte orası. Burada artık izleyici değil, doğrudan sahnenin bir parçası, grubun nefesinin ve terinin içindesin. Sahneye ilk çıkan, o çok tartışılan, "mickey mouse" benzetmeli Axl Rose oldu micky bu gece çok enerjik, ama sesiyle ilgili yılların izlerini zaten ilk şarkıda duymaya başlıyorsun. Sahiden, şarkı aralarında adamı izlerken ister istemez “eskiden oksijen tüpüne giderdi” geyiklerinin gerçekliğini hissediyorsun; birkaç parça sonra ben de nefes almak için bariyerden biraz uzaklaşıp, tribünlerin kenarında bir nefes alıp tekrar sahneye döner oldum. Ama geri döndüğümde herkes hâlâ taş gibi çalıyor, Slash’in karizması gerçek bir çağlayan gibi sahneyi yıkıyor, Duff bir heykel gibi yerinde ve yeni davulcu ise enerjisiyle yanındakilerin yaş ortalamasını yirmi sene aşağı çekiyor. Yanımda duranlar arasında bazısı eski konserlerden hatırladığım isimler, bazısı ise bu geceyi hayatının zirvesi ilan etmiş genç rockçılar. "Tamam," diyorum kendi kendime, "Axl’ın sesi eski gücünde değil, kabul, ama diğerleri öyle bir performans sergiliyor ki, insan ister istemez mest oluyor." Kulağımda çevremdekilerin geyikleri: "Abi tamam, ses biraz gitmiş, kabul, ama ötekiler zımba gibi ya! Mest oldum vallahi," diyor, ekşi sözlük ruhuyla dalga geçen bir moruk yanımda. Sahne öylesine bir dolu ki, arada bir bakıyorsun bir izleyici Mickey Mouse maskesiyle sıçrıyor o espriler, “ulan sahnede bir adet mickey mouse var” geyikleri havada uçuşuyor. Ama herkes biliyor, sahnede duranlar, ilgi budalası değil, rock tarihiyle beraber yaşlanan efsaneler. Bir noktada, dev ekranda bir anda Mattia Ahmet Minguzzi’nin fotoğrafı belirdiğinde, stadyumun bir anda başka bir şeye dönüştüğünü hissettik. O an, kalabalığın uğultusu bir anda derin bir sessizliğe büründü. Sahne ışıkları hafifçe loşlaştı, ekrandaki Mattia Ahmet’in yüzü, binlerce kişilik bir hüzün bulutuyla stadyumu sardı. Yanımda duran genç bir kadın gözlerini sildi, yaşlıca bir adam başını eğip ellerini birbirine kenetledi. Çevremde “yerli sanatçılardan daha insani, daha ince bir hareket görmedim” diyenler oldu. Müziğin ötesinde, kaybetmenin ve anmanın evrensel duygusunda, hiç tanımadığımız bir gencin hikayesinde buluştuk. Grup üyeleri de gözleriyle ekrana, sonra birbirlerine baktılar; Duff’ın elini kalbine götürmesini, Slash’in gitarını yere doğru eğmesini fark ettim. O an, stadyumda herkes tek bir beden ve ruh gibi hissetti, Mattia Ahmet’in ruhunu onurlandırdıkları için gruba minnettarım diyenlerin sesi sahneden tribünlere yayıldı. Konserin ortalarında, müzik ve insan kalabalığı kadar, ortamın da hikayesi konuşuluyor. Üst tribünlerde sesin kötü olduğu, “hiçbir bok anlaşılmadığı”, bazen mikrofonun temassızlık yaptığı dedikoduları yayılıyor. Arka tarafta, “rocket queen’de duff nasıl duyulmaz amk?” diye bağıranları duyuyorum. Benim bulunduğum ön bölümde ise Slash’in parmaklarının tellere değdiği her anı neredeyse hissedebiliyorum. Sahne, bir yerden bakınca Mickey Mouse şakası, bir yerden bakınca 100 bavulla tura çıkmış bir grup efsane, ama işin gerçeği: Sadece Slash’in solosunu iki metre öteden izleyebilmek bile, bütün bu yolculuğa değiyor. Setlistte gereksiz cover’lar, uzatmalar, şarkı aralarında yersiz bekleyişler olsa da, özellikle konserin son bölümü bir patlama: "Sweet Child O’ Mine", "Nightrain", "Paradise City"… Slash’in her hareketinde ön sıradaki onlarca insanla birlikte havaya zıplıyor, “ben şu an burada, rock tarihinin kalbinde, anın içinde kayboluyorum” diyorum içimden. Yanımda bir çift var, ikisi de telefonları ellerinden bırakmadan üç saat boyunca videoya kaydediyorlar; arkalarındaki bir abi ise onlara laf atıyor: “Bari o kadar para verdiniz, biraz da canlı izleyin!” Sahne önünde herkesin hikayesi başka, herkesin anı toplamaya dair başka bir motivasyonu var. Kimi gözünü Slash’ten ayırmıyor, kimi Mattia Ahmet’in anısında gözyaşı döküyor, kimi Axl’ın sesiyle dalga geçiyor, ama hiç kimse burada olmaktan pişman değil. Ve konser biterken, hâlâ içimde aynı his: Bunca yıldan sonra, bir Ağır Mekan girişimiyle, alınabilecek en iyi biletle, hayalini kurduğum konseri en önden, yaşarken yazıyorum bu anıyı. “Yıllar sonra çocuklarıma anlatacak bir gecem daha oldu,” diyorum, ve gülümseyerek Tüpraş Stadyumu’ndan çıkarken, hâlâ kulaklarımda Slash’in son solosu çalıyor. KONSER SONRASI KRİTİK – GUNS N’ ROSES, 2 Haziran 2025, Beşiktaş Tüpraş StadyumuGuns N’ Roses’ın İstanbul’da sahne aldığı bu gece, sadece bir konserden ibaret değildi; adeta birkaç kuşağın müzikle ve anılarla yüzleştiği bir törendi. Tüpraş Stadyumu’nun turnikelerinden geçerken, bir yandan eski İnönü’nün hayaletleri dolaşıyordu akıllarda, diğer yandan ise yıllar sonra yeniden devasa bir rock konserinin heyecanı tüm vücudu sarıyordu. Özellikle de 2014’teki Metallica konserinden bu yana stadyumlarda büyük bir yabancı rock grubu izleyememiş olmanın oluşturduğu o açlık, geceye damgasını vurdu. Sahne önü yine klasik AĞIR MEKAN müdavimlerinin hayal biletleriyle dolup taşmıştı; ortam tam anlamıyla bir curcunaydı. Ama bu hengâmede asıl dikkatimi çeken, Ağır Mekan kurucusu Batuhan ve değerli eşi Naz oldu. Sanırım o kalabalığın içinde, anın tadını çıkarıp sadece sahneyi izleyen ender insanlardan birkaçı onlardı kendimi de bu ayrıcalıklı azınlığa dâhil edebilirim! Geri kalan herkes, telefon ekranlarına gömülüp, konserde olduklarını belgelemeye çalışmaktan canlı müziğin büyüsünü kaçırdı. Oysa 1993’teki Metallica konserinde durum bambaşkaydı; herkes sadece müziğe odaklanır, sahnede ne oluyorsa gözünü bile kırpmadan izlerdi. Şimdi ise yılların etkisiyle yaşlandığımı itiraf etmeliyim, eski konserlerin ruhunu ister istemez özlüyorum. Ama yaşımız kaç olursa olsun, AĞIR MEKAN tayfası 14 kişilik dev kadrosuyla oradaydı; aramızda 25’inden 47’sine kadar her yaştan insan, gençliğine, anılarına ve rock’a dair ne varsa doyasıya yaşadı. Hep birlikte, kendimizce bir festival havası yarattık. Axl Rose, sahnede bir sağa bir sola savruluyor, zaman zaman “Mickey Mouse” benzetmelerine taş çıkartan hareketleriyle seyirciyi kah güldürüyor, kah eski günlerin hatırına içimizi burkuyordu. Şarkı aralarında adeta oksijen tüpü arar halde nefes nefese kalsa da, ardından yine o bilindik patlamalarıyla herkesi kendine getiriyordu. Slash, tabii ki bir efsane gibi; hem heykel gibi dimdik, hem de her solosunda ön sıradaki kalabalığı sanki elektrik çarpmış gibi havaya zıplatıyordu. Duff McKagan ise klasik soğukkanlılığıyla, grubun görünmez lideri gibi ortamı derleyip toparlıyordu. Yeni davulcu Isaac Carpenter da gençliğiyle gruba taze bir soluk getirmiş, sanki yıllardır bu kadronun değişmez bir üyesiymiş gibi, en küçük bir falsoya bile yer vermeden tempoyu yüksek tuttu. Tüm bu karmaşanın, gürültünün ve eski-yeni nesil seyirciyle kaynaşmanın ortasında, esas olanın hâlâ o sahnede akan müzik olduğunu fark ediyorsun. Ve kabul etmek gerekir ki, ister kameraya ister sahneye odaklansınlar, o gece orada olan herkes yaş fark etmeksiziz bir şekilde bu büyünün parçası oldu. Teknik tarafta ise, stadyumun akustiği geceye büyük bir gölge gibi çöktü. Özellikle üst tribünlerde, yan bölümlerde sesi ayırt etmek neredeyse olanaksızdı. Ön tarafta ise Slash’in her tel vuruşunu iliklerine kadar hisseden bir izleyici ayrıcalığı vardı. Sosyal medyada konserin hemen ardından patlayan “Rocket Queen’de Duff’ı duyamadık!”, “Axl’ın mikrofonunda temassızlık mı var?” gibi serzenişler, konser sonrası sohbetlerin ana gündemi oldu. Kimi izleyici için bu bir “parayla rezil olma seansı”ydı, kimileri için ise her şeye rağmen “yine de burada olmak güzel” duygusuydu. Türkiye’de stadyum konserlerinin neden azaldığının da en net cevabı bu tür teknik aksaklıklar ve organizasyonel zorluklarda yatıyor belki de. Ancak gecenin asıl duygusal kırılması, Mattia Ahmet Minguzzi’nin dev ekranda beliren fotoğrafıyla yaşandı. Axl, Matia Ahmet için yaptığı duygusal konuşmayla ve ardından çalınan “Knocking on Heaven’s Door” ile tüm stadyumu sessizliğe gömdü. Binlerce kişi telefon ışıklarını yakıp gökyüzüne kaldırırken, rock müziğin sadece gürültü ve sahne şovundan ibaret olmadığını, zaman zaman kolektif bir yas ve onur paylaşımına dönüştüğünü bir kez daha gösterdi. Yüzlerdeki hüzün ve saygı, kelimelerin ötesine geçen bir ortak hafızaya dönüştü. Setlist klasik Guns N’ Roses karmaşasıydı: Zaman zaman gereksiz uzayan şarkılar, beklenmedik coverlar (örneğin “Wichita Lineman” ya da “Down on the Farm”), bazı efsane parçaların eksikliğiyle yarım kalan bir nostalji… Yine de “Sweet Child O’ Mine”, “Paradise City”, “Nightrain”, “November Rain” gibi ölümsüz hitlerle tüm stadyumun yerinden zıpladığı anlar yaşandı. Üç saat süren, neredeyse tek nefeste geçen maratonun sonunda, 63 yaşındaki Axl Rose’un hâlâ üç saat boyunca sahnede debelenebilmesi bile tek başına alkışı hak ediyor. Evet, zaman zaman sesi zayıfladı, zorlandı, ama asla banttan destek almadı, sahici bir performans sundu. Bir parantez de sahne şovu için açmak gerek: Eski stadyum konserlerinin şaşaalı platformlarından, seyircinin arasına uzanan “catwalk”lardan eser yoktu. Sade, klasik bir rock sahnesi ve birkaç dev ekran… Belki bu açıdan beklentiyi karşılamadı; fakat grubun ham enerjisi ve özellikle Slash’in sololarındaki spontan hareketlerle sahneye başka bir karakter kattı. Son olarak, Beşiktaş Tüpraş Stadyumu’ndan ayrılırken herkesin yüzünde ortak bir ifade vardı: Yorgunlukla karışık bir mutluluk ve bir sonraki buluşma için şimdiden yükselen bir özlem. Belki ses sorunları, belki beklentilerle gerçeklerin yer yer çakıştığı anlar… Ama kesin olan şu: İstanbul, o gece yine bir rock tarihine tanıklık etti. Ve bu şehir, stadyum konserlerini, büyük müzik buluşmalarını hâlâ hak ediyor. Dileriz ki Guns N’ Roses bir sonraki ziyareti için bizi bu kadar uzun bekletmez. Çünkü burada, onları ve o büyülü anları yeniden yaşamak isteyen binlerce insan var! AĞIR MEKAN Röportajları: Konser Sonrası Bar SohbetleriKonser sonrası, klasik bir AĞIR MEKAN geleneği olarak, stadyumun çevresindeki barlara dağılıp “Gerçekten ne yaşadık?” sorusunun peşine düştük. Herkesin elinde bir bira, kafada milyonlarca soru, kulakta hâlâ çınlayan o gitar soloları… İşte bazı sohbetlerden kalan notlar ve mizahi kritiğimiz: “Abi Axl çok enerjikti, tamam ses gitmiş ama Slash taş gibi çaldı” diyen bir eski kuşak rockçı, bir yandan “Ben tribünden koridora kaçtım, Axl arada resmen oksijen tüpüyle dönecek sandım” diye anlatıyor, bir yandan da Duff’ın sololarında gözlerinin dolduğunu itiraf ediyor. Hemen yanında, “Mickey Mouse esprisini yapmayanı dışarıda bırakıyorlarmış” diye geyik yapan genç tayfa, “ulan mickey mouse falan, bunlar rock tarihi!” diyerek işin magazin kısmını abartıyor. Bir başka köşede, “Çin kopyası Guns N’ Roses konseri gibi amk, sesi bombok, sahne performansı sıfır, setlist berbat” diye söylenen bir tip buluyorum. Kafası net, eleştirisi acımasız ama o da Slash sayesinde konseri terk etmemiş. “Bir tek o ayakta tuttu grubu” diyor. Hemen yanındaki başka bir adam, “Abi Rocket Queen’de Duff nasıl duyulmaz?” diye hâlâ bozuk. Demek ki herkesin akustik tecrübesi bambaşka! En önden bir kadın, “Bütün gece video çektiler, ne konser izleyebildiler, ne de gerçek bir anı yaşayabildiler. Oysa Slash’in iki metre önünde olmak, çocuklara anlatılacak bir hikayeydi!” diye dert yanıyor. Telefonunu elinden düşürmeyenlerin oranı, sahnedekilerin yaş ortalamasını aşağı çekmese de, deneyimi zedeliyor. Kimi ise, Mattia Ahmet Minguzzi’nin anılmasıyla o kadar etkilenmiş ki, “Ahmet’in ruhunu onurlandırdıkları için gruba minnettarım” diyor. Gerçekten, gecenin en çok konuşulan olayı bu an ve sahici bir kolektif duygusal boşalma. Gençlerden biri, “Setlist çok uzun, gereksiz cover çok, konser sarktıkça sarktı” diyerek, daha derli toplu bir program istiyor. Yanındaki başka bir genç ise, “Abi bak prime dönemi Guns bekleyen varsa gerçekliğe dönsün” diyerek beklentileri aşağıya çekiyor. Organizasyona gelince: Fahiş fiyatlar, stadyumda alkol satışı yok, ulaşım sıkıntısı, üst tribünlerde boşluklar... Herkes bir şeylerden şikayetçi ama yine de “Yıllar sonra torunlarımıza anlatacak bir konser yaşadık” demeyi ihmal etmiyor. Ve tabii ki, klasik AĞIR MEKAN özetiyle gecenin kritiği: Böylece, bir Guns N’ Roses konseri daha, AĞIR MEKAN tarihine “hem içip hem gömdüğümüz, hem güldüğümüz hem duygulandığımız, bazen sövüp bazen şükrettiğimiz bir gece” olarak kaydedildi. Guns N’ Roses’ın 2 Haziran 2025 akşamı BJK Tüpraş Stadyumunda sahneye çıktığı bu özel konser, grubun yıllar sonra İstanbul’daki en kapsamlı ve duygusal performanslarından birine sahne oldu. Hem klasikler hem de nadiren çalınan şarkılarla dolu, toplam 30 parçadan oluşan uzun ve yoğun bir setlistle grup, sahneye tam zamanında çıkarak seyirciye unutulmaz bir gece yaşattı. Özellikle turne boyunca ilk defa çalınan parçalar, beklenmedik cover’lar ve duygusal anlar, konseri sıradan bir rock gösterisinden çok, jenerasyonlar arası bir hafıza şölenine dönüştürdü. Aşağıda, gecenin kronolojisini ve atmosferini yansıtan ayrıntılı setlisti bulabilirsiniz. Sonuç olarak bunlar benim görüşüm ve yorumumdur. Organizasyona teşekkürler harika bir gece geçirdim. Emeği geçen herkese teşekkürler. # Şarkı Adı Açıklama / Not 1 Intro 2 Welcome to the Jungle 3 Out ta Get Me Turne ilk kez, 2017'den beri ilk kez 4 Bad Obsession 5 Mr. Brownstone 6 Live and Let Die Wings cover 7 Chinese Democracy 8 Slither Velvet Revolver cover 9 Perhaps 10 Estranged 11 Yesterdays 12 You Could Be Mine 13 Absurd 14 Double Talkin' Jive 15 Hard Skool 16 Knockin' on Heaven's Door Bob Dylan cover, Mattia Ahmet Minguzzi'ye ithaf 17 Rocket Queen 18 Coma 19 Thunder and Lightning Thin Lizzy cover, Duff vokalde 20 Better 21 Civil War Grup tanıtımları sonrası 22 Slash Guitar Solo Pride & Joy (Stevie Ray Vaughan) 23 Sweet Child o' Mine 24 November Rain 25 Wichita Lineman Jimmy Webb cover 26 Patience 27 Don't Cry 28 Down on the Farm UK Subs cover, Turne ilk kez 29 Nightrain 30 Paradise City
  2. Yıllarca "bir gün" diyerek ertelediğim, mor mürekkeple karalanmış o günlük sayfaları, nihayet AĞIR MEKAN’ın arşiv ışığıyla aydınlanıyor. 28 Mayıs 2022, sadece bir tarih değil; İnönü Stadı’nın devasa tribünlerinde biriken 30 bin yüreğin attığı ortak ritmin, nefeslerin kesiştiği bir kâbustu. Defterimin soluk kenarlarına sıkışmış bu anıyı kaleme alırken, parmak uçlarım hâlâ o geceden kalma elektriği hissediyor. Mor ve Ötesi’nin “büyük hayali”, 2019’da attıkları o meşhur Instagram gönderisinde (“Gelecekten bir #tbt!”) filizlenmişti. Pandeminin gölgesinde kaybettiklerimiz, unutturulmak istenen direnişler… Ama o akşam, İnönü’nün çelik kafesi altında, “Sirenler” albümünün notalarıyla yeniden doğan bir umut vardı. Kalemi elime aldığımda, Beşiktaş rıhtımından yükselen deniz kokusuyla karışık kalabalık terini hatırladım. Sanki defterin sayfaları, Harun Tekin’in mikrofonundan sızan o ilk notayla titreşiyordu. Ağır Mekan’ın bu metni gün yüzüne çıkarması, sadece bir anıyı paylaşmak değil; kolektif hafızanın kırık bir parçasını yerine oturtmak gibi. O gece, tribünlerde yan yana duran kimliksiz yüzlerin nasıl tek bir bedene dönüştüğünü anlatmak… 30 bin kişinin “Düşerim ama kalkarım!” diye haykırışının, beton zeminde nasıl sismik bir dalga yarattığını kelimelere dökmek… İşte bu satırlar, o geceyi ruhunuzda yeniden yaşatacak bir köprü olacak. Çünkü biliyorum: Mor ve Ötesi, sadece bir grup değil; kaybolan her şeye rağmen ayakta kalanların ortak çığlığı. Not: Bu yazıyı okurken, kulaklarınızda “Cambaz”ın o ilk akorları çalınıyorsa, başardık demektir. 🖤 SAAT 18:30 | İSTANBUL’UN KALBİNDE BİR RÜYA BAŞLIYORDolmabahçe’nin denize açılan dev kapılarından süzülürken, Boğaz’ın serin nefesi, yüzümdeki heyecanı kamçılıyordu. İnönü Stadı’nın çelik silueti, ufukta kolektif hafızanın bir anıtı gibi yükseliyordu. Tribünlerde asılı “Vodafone Park Değil, İnönü!” pankartları, sadece bir isim direnişi değil; şehrin ruhuna sahip çıkma manifestosuydu. Tanıl Bora’nın “Direnişin SİT alanı” dediği bu beton yığını, o akşam 30 bin kişinin ortak nabzıyla canlanıyordu. Sahne arkasından sızan mor ışıklar, stadın gri tonlarını yumuşatırken, 2013’ün hayaletleri tribünlerde geziniyor gibiydi. Harun Tekin’in 2019’daki o meşhur Instagram gönderisi –“Gelecekten bir #tbt”– aklıma düştüğünde, kulaklarımda The Ringo Jets’in davul sesleri çınlıyordu. Grup, “Hepimiz oradaydık!” diyerek Gezi’nin ruhunu selamlamış, sahneden yayılan ateşli riff’lerle kalabalığı ısıtmıştı. Pandeminin kayıp yılları, kesilen ağaçlar, unutulan sloganlar… Ama o an, “Sirenler” albümünün ilk notasıyla İnönü’nün betonuna kazınan umut, 30 bin nefeste filizleniyordu. Yanımdaki genç çift, birbirine sokularak “Tam üç yıl, bu an için…” diye mırıldandı. Kadının bileğindeki “Diren!” dövmesi, Kerem Kabadayı’nın davul pedallarıyla senkronize atıyor gibiydi. Stadın içinde biriken elektrik, prizlerden değil, birikmiş özlemlerden besleniyordu. Beşiktaş’ın bu çelik devi, o gece sadece bir konser mekanı değil; kolektif hafızanın yeniden doğuş mabediydi. Sahnenin üzerindeki dev ekran aydınlandığında, Gezi Parkı’nın ikonik kareleri dans etmeye başladı: Gaz maskeli bir gencin gülüşü, ağaçlara sarılan eller, duvarlara kazınmış şiirler… Tribünlerden yükselen “Oh!” çığlığı, 2013 ruhunun burada yeniden nefes aldığını ilan ediyordu. Arkamdaki 70’lik bir amca, torununun kulağına “Bak, işte o günler!” diye fısıldarken, herkes Harun’un mikrofonu eline alacağı anı bekliyordu. Sahne kurulumundaki teknik aksaklıklar –ses sistemindeki boğukluk, gitarların bazen baskın gelişi– bir anlık hayal kırıklığı yaratsa da, 30 bin kişinin “Uyan!” narası, tüm eksikleri silip süpürdü. Açılışın gecikmesi, kalabalıkta “Yine mi?” endişesi yaratsa da, Mor ve Ötesi sahneye çıktığında her şey unutuldu. “Burası sadece bir konser değil!” diyen bir ses, sanırım içimden geçiyordu. İnönü’nün çimleri, o gece direnişin ve umudun yeşerttiği bir tarlaya dönüşmüştü… SAAT 20:20 | SAHNE KARARIYOR, KALPLER AYDINLANIYOR21:00’de başlaması planlanan konser, dışarıda kuyruk olan binlerce insan yüzünden 20 dakika gecikmeyle başladı. Tribünlere tırmanırken, “Acaba sahneye 22:00’den önce çıkarlar mı?” diye düşünenlerin kaygılı fısıltıları, kırmızı ışıkların titreyişiyle anında buharlaştı. Aniden, “Uyan!”ın uğursuz bas riff’i stadın duvarlarını yaladı. Mor ve Ötesi sahneye fırladığında, Dünya Yalan Söylüyor albümünün kapanış parçası, bir açılış manifestosuna dönüşmüştü. Kerem Kabadayı’nın davulları, tribünlerin betonunu sismik bir depremle sarsarken, Harun Tekin’in mikrofonu kavrayışındaki sessiz öfke, kalabalığa şunu haykırıyordu: “Artık uyuma zamanı değil!” Arkamda duran orta yaşlı bir adam, “Bu şarkıyı 2005’te babamla dinlerdim!” diye bağırdı. Sesindeki titreme, nesiller arası bir mirasın yankısıydı. Yanıt vermeye fırsat bulamadan, Burak Güven’in düşük frekanslı bası ve Kerem Özyeğen’in parçalayıcı gitar soloları, “Forsa”yı ateşledi. Sahnede, ateşten çemberlerle çevrili dansçıların koreografisi, ekranda yansıyan Gezi direnişinden kesitlerle birleşince, stat pagan bir ayin alanına dönüştü. Harun’un “Bu şarkı, bizim tutsaklığımızın hikâyesi!” diye haykırması, kalabalığı 10 bin derecelik bir ergime noktasına taşıdı. “Güneşi Beklerken” çalınırken, Harun piyanonun başına geçtiğinde, stat anlık bir sessizliğe gömüldü. Telefon ışıklarından örülmüş bir yıldız haritası, tribünlerde parladı. Yanımdaki genç kadın, “Bu şarkıyı üniversite mezuniyetimde söylemiştim…” diye fısıldarken, gözlerindeki ıslak parıltı, o anı yeniden yaşadığının kanıtıydı. Mor ve Ötesi, sadece şarkı çalmıyordu; izleyicinin belleğine kazınmış anıları sahneye davet ediyor, kolektif bir terapi seansına dönüştürüyordu. Ancak her şey mükemmel değildi. Ses sistemindeki tutarsızlıklar –Harun’un vokallerinin bazen boğuk, gitarların gereğinden gür gelişi– bazı anlarda hayal kırıklığı yaratsa da, 30 bin kişinin “Dünya yalan söylüyor!” narası, tüm teknik aksaklıkları devrimci bir uyuma dönüştürdü. “Forsa”nın son notasında, sahnenin üzerine yeşil lazerlerle “Tükenmez hayatın sesi” yazısı yansıtıldığında, tribünlerdeki 70’lik bir nine, “İşte bu, bizim marşımız!” diye gözyaşlarını silerken gördüm. Mor ve Ötesi, o gece müzikten öte bir direniş hattı örmüştü… SAAT 21:15 | İSTİKLAL’DE BİR UMUT YÜRÜYÜŞÜSirenler albümünün kapanış üçlüsü Tünel, İstiklal, Park sahneye taşındığında, dev ekranda 2013 Haziranı’nın ikonik kareleri dans etmeye başladı: Gaz maskeli bir gencin direniş çiçeği uzatışı, Gezi’nin renkli grafitileri, polis barikatlarını aşan insan seli… Harun Tekin, mikrofonu öfkeyle kavrayıp “Bu şarkılar nostaljik bir ağıt değil; geleceğe yazılmış mektuplar!” diye haykırdı. “Ne kadar mutlusun İstiklal’de” dizesini vurgularken, binlerce insanın gözlerinde kaybolmuş cumartesi sabahları, bitmeyen sokak muhabbetleri, küçük dükkanlarda soluklanan anılar canlandı. Tünel’in karanlık geçidinden Gezi’nin yeşiline uzanan bu yürüyüş, sadece coğrafi bir rota değil; kolektif hafızanın çatlaklarından sızan bir ışık hüzmesiydi. Yanımdaki kadın, “Üniversitede her gün İstiklal’de kaybolurdum; şimdi o sokaklar bize yabancı!” diye fısıldarken, Harun’un piyanosundan dökülen notalar, “İstiklal”in tükenmez hayatını sahneye taşıdı. Alper Tekin’in klavyeleri “Park”ın girişinde yükselirken, ekranda kesilen ağaçların kökleri yavaşça filizlendi. “Yürü, çek etme!” sözleri, 30 bin kişinin ağız birliğiyle haykırışına dönüştüğünde, İnönü’den Taksim’e uzanan görünmez bir köprüde, 2013’ün nöbetçileriyle 2022’nin dinleyicileri el ele tutuştu. Sahnenin her köşesinde, dansçıların bedenleri direnişin somutlaşmış haliydi. “Hazinende” çalınırken, ön sıralarda “Bir kabusu yenmeye geldik!” yazılı pankart sallayan genç bir kız, Harun’un “Bu şarkılar sadece bize ait değil; Mücella Abla’ya, Çiğdem’e, Can’a ait!” sözlerine eşlik ediyordu. Kalabalıkta, 50’li yaşlarında bir baba, omzundaki kızına “Bak, işte müzik budur!” diye haykırırken, 70’lik bir nine “Bizim marşımız bu!” diye gözyaşlarını siliyordu. Mor ve Ötesi, kuşakları “Tamiri Mümkün Kalbinin” nağmeleriyle birleştirirken, sahnede dans eden gençlerin koreografisi, direnişin bedenleşmiş ritüeline dönüşüyordu. “Park”ın finalinde, Harun’un “Hiçbiriniz yalnız değilsiniz!” çığlığı, stadı bir anda Gezi’nin o ilk gecesine taşıdı. Dev ekranda, halkalar oluşturup oturan insanlar, gitar çalan gençler, duvarlara “Her şey çok güzel olacak!” yazan bir el belirdi. Tribünlerdeki binlerce telefon ışığı, parkın kayıp ağaçlarını simgesel olarak yeniden dikiyordu. Kerem Kabadayı’nın davulları, “Yürü!” komutunu verirken, Burak Güven’in bası Taksim’in altında kaybolan metro raylarını hatırlatan bir uğultuyla titretti. O an anladım: Bu konser, bir veda değil; yarınlara tutulan bir aynaydı. SAAT 22:30 | DEVRİMİN DÖRT DORTLÜK MİRASICümbüşün tellerinden fırlayan Anadolu tınıları, sahneyi bir direniş marşının doğaçlama provasına dönüştürdü. Ozan Tügen’in parmakları enstrümanın gövdesinde asi bir çocuk gibi gezindikçe, “Cambaz”ın ilk akorları stadı elektrik yüklü bir halkaya çevirdi. “Düşerim ama kalkarım!” nakaratı patladığında, 30 bin kişi aynı anda çömelip zıpladı; beton zeminden yükselen toz bulutları, Gezi’nin unutulmaz sloganlarıyla dans eder gibiydi. Ön sıralardaki grup, birbirinin omuzlarına basarak Kerem Özyeğen’in gitar sololarına çılgınca eşlik ediyor, sahnede dansçıların bedenleri, “Deli”nin kaotik ritmiyle kıvılcımlar saçıyordu. Bir Derdim Var başladığında, Harun mikrofonu kalabalığa uzattı: “Haydi, hep beraber!” “Dünya yalan söylüyor!” çığlığı, Boğaz’ın sularını titretirken, Haliç’in ışıklı silueti bile bu isyana katılmış gibiydi. Sahnede, direnişin ikonik posterleriyle bütünleşen dansçılar, “Tamiri Mümkün Kalbinin”in hüzünlü melodisinde donuk bir heykel grubuna dönüştü. Mavi lazerler, Harun’un alnındaki ter tanelerini gözyaşına çevirirken, arkamdaki baba kızına “Bak, bu şarkılar bizim gizli anayasamız!” diye fısıldadı. Encore için sahneye dönüşlerinde, Harun’un “23”ü söylerkenki kırık gülümsemesi, içimizdeki o yenilmemiş çocuğu ortaya çıkardı. Hazinende’de omuz omuza sallanan kitle, Daha Mutlu Olamam’da “Bu an dursun!” diye yalvarırken, Park’ın final notaları devreye girdi. Dev ekranda, Gezi’nin kesilen ağaçları yavaşça filizleniyor, “Yürü, çek etme!” sözleri Taksim’e akan bir insan nehrine dönüşüyordu. Stadın dört bir yanından yükselen alkış, 10 dakika boyunca dinmedi; sanki 2013’ün ruhu, bu kez İnönü’nün çelik kafesinde zafer naraları atıyordu. O an anladık: Bu konser, bir veda değil; Yarınlara fısıldanan bir andı. GECENİN SONUNDA | BİTMEYEN BİR MARŞBeşiktaş sokakları, “Bir Derdim Var”ın mırıltılarıyla çınlıyordu. İnönü’nün çelik kapılarından süzülen kalabalık, bir devrimin ayak izlerini şehrin kaldırımlarına kazıyordu. Bir grup genç, “Harun abi, ruhumuzu geri verdi!” diye bağırırken, başka bir köşede “İstiklal”in nakaratını mırıldanan bir kadın, gözlerinde 2013’ün tozlu günlerini taşıyordu. Dolmabahçe rıhtımında, denize bakan sakallı bir adam, cebinden çıkardığı eski deftere aceleyle notlar alıyordu. Belki de Ağır Mekan’ın gelecekteki yazarı, o geceyi “İnönü’de Doğan Güneş” başlığıyla ölümsüzleştirecekti… Yürürken, konser başında gördüğüm “Vodafone Park Değil, İnönü!” pankartını taşıyan gruba yeniden rastladım. Pankartın altına “Mor ve Ötesi’yle Direniş Yeniden!” yazmışlardı. Siyah sprey boyalarla çizilmiş bu ekleme, bir manifestonun imzası gibiydi. Ağır Mekan’ın bu yazıyı yayımlarken altına düşeceği notu tahmin ediyordum: “Müzik, aidiyetsizlerin gizli vatanıdır. Sınırları yoktur, pasaportsuz geçilir.” AĞIR MEKAN’A BİR NOT DA BENDEN… Bu satırları yazarken, 28 Mayıs’ın “kolektif terini” yeniden hissettim. Mor ve Ötesi, sadece kulaklarımıza değil; yüreklerimize tuttuğumuz bir aynaydı. Her bir nota, kaybettiklerimizin gölgesinde parlayan bir meşale oldu. Ağır Mekan, işte bu yüzden var: Tozlu raflarda unutulan anıları, küllerinden doğan anıtlara dönüştürmek için… Siz de saklı hikâyelerinizi burada cesurca paylaşın. Belki bir gün, sizin cümleleriniz, bir başkasının “Dünya yalan söylüyor!” çığlığına dönüşür… Not: O gece İnönü’de olanlar, “İstiklal”de kaybolup bulunanlar, “23”ün o kırık tınısını hâlâ içinde taşıyanlar… Yorumlarda buluşalım. Çünkü bu hikâye, hepimizin ortak belleğinde bir çentik. Ve unutmayın: Müzik sustuğunda bile, marşımız kulaklarımızda çınlar. 🎸✨ P.S. Eğer bir gün Dolmabahçe rıhtımında, elinde defterle denize bakan bir kişi görürseniz… Bilin ki o, bir sonraki devrimin kronikçisi olabilir. Belki de sizsiniz. 🌊📖
  3. bir ileti Adolf içerik ekledi : Adolf
    Ben geldim bebeyim!
  4. Helsinki’ye “Endüstri 4.0 Entegrasyonu” için gelmiştim. Proje sunumları, fabrika turları ve Finlandiyalı mühendislerle saatler süren toplantılar… Otele döndüğümde, termal kamera raporlarını incelerken resepsiyondaki küçük bir ilan dikkatimi çekti: “Bu gece Tavastia’da: H.E.A.T + Temple Balls – Hard Rock Tsunamisi!” Gözlerim parladı, çantamdan Iron Maiden telefon kılıfımı çıkardım ve telefonuma taktım. ( Bu benim kendimce insanlara karşı metal müzik dinlediğimi gözlerine sokme şeklim), Takım elbisemin altına Judas Priest tişörtümü gizlice giydim. Müşteriye “Akşam raporları tamamlayacağım” diyip, -15°C’de karları yararak mekana koştum. Kapıdaki bilet gişesinde, Welcome to the Future albüm kapağındaki dijital kasırgayı andıran bir afiş asılıydı. İçeri adımımı attığım an, proje stresi yerini distorsiyonlu bir neşeye bıraktı! Temple Balls: Kuzeyin Genç Çelik Bilekleri Finlandiya’nın Oulu şehrinden fırlayan bu beşli, Avalanche (2023) albümünün ruhuyla sahneyi paramparça etti. Açılış şarkıları Strike Like a Cobra’nın ilk riff’i, fabrikadaki robot kollarının hassasiyetiyle çalınmıştı sanki! Arde Teronen, Hell and Feelin’ Fine’da mikrofon standını bir kılıç gibi sallarken, sabahki müşteri toplantısında dinlediğim verimlilik artışı grafiklerini unuttum. Jiri Paavonaho’nun Dead Weight solosu, endüstriyel bir testerenin metal kesişi kadar keskin, Niko Vuorela’nın ritim gitarı ise hidrolik preslerin düzenliliğinde ilerliyordu. Prisoner in Time’da Jimi Välikangas’ın bası, kalbimin atışını senkronize etti. Antti Hissa’nın Thunder From the North finalindeki double pedal performansı, Helsinki metrosunun raylarından daha hızlıydı! Sahneden inerken, “Bu çocuklar bir gün Wacken’de ana sahneyi yıkacak” diye mırıldandım. H.E.A.T: İsveç’in Ateş Çemberi Tavastia’nın ışıkları karardığında, hoparlörlerden Glenn Frey’in The Heat Is On çalmaya başladı. İş gezisindeki tek planım rapor teslimi iken, şimdi kendimi H.E.A.T’in Disaster kasırgasının göbeğinde bulmuştum! Kenny Leckremo, sahneye fırlar fırlamaz, mikrofon kablosunu bir vinç halatı gibi sallayarak bağırdı: “Helsinki, bu gece geleceği yakalıyoruz!” Yeni albümün bu ilk single’ı, sabahki termal sensör testlerinden daha sıcaktı! Dave Dalone’un gitarı, Emergency’de yangın alarmına dönüştü; Jona Tee’nin klavyesi, Dangerous Ground’da fabrika sirenlerini andıran melodilerle çaldı. Kenny, Beg Beg Beg’in ortasında Black Sabbath’ın War Pigs’ine geçiş yapınca, aklıma projedeki eski sistemle uyum sorunu geldi. “İşte gerçek uyum bu!” diye düşündüm, headbang yaparken. Living on the Run’da kalabalık öyle bir koro oldu ki, Finlandiya’daki tüm fabrikaların çarkları bu ritimle dönseydi, ülke enerji ihraç ederdi! Yeni şarkı Bad Time for Love’ı tanıtırken Kenny’nin “Bu parçayı sizin için saklamıştık!” demesi, müşterinin sürpriz prototip açılışını hatırlattı. Ama bu daha heyecanlıydı! Rockfest Sürprizi ve Proje Sunumundaki ‘Sister Christian’ Konser bittiğinde, Tearing Down the Walls’un yankıları kulaklarımda, otel odama döndüm. Mühendislik çizimlerinin üzerine, setlist’ten One by One’ın sözlerini karaladım. Ertesi sabah, müşteriye sunum yaparken telefonum titredi: “H.E.AT, Rockfest Turku’ya Geliyor!” Slaytlar arasına Sister Christian’ın klibinden bir kare sıkıştırdım. Finlandiyalı mühendisler, “Bu grafik ne anlama geliyor?” diye sorunca, “Yeni nesil enerji verimliliği” dedim. İçimden ekledim: Hard Rock verimliliği… O gece, H.E.A.T’in solisti Kenny, sahneyi “geleceğin arenası” diye nitelendirmişti. Haklıydı. Çünkü Tavastia’da gördüğüm; robotik sistemlerin soğuk hesaplamaları değil, insan ruhunun nasıl 1000 Miles öteye sıçradığıydı. İş gezileri artık benim için sadece raporlardan ibaret değil. Çantamda hep bir Judas Priest tişörtü ve kulaklığımda Tearing Down the Walls olacak. Not: Eğer siz de bir iş gezisinde konser kaçamağı yaparsanız, patronunuza değil ama bize yazın! agirmekan.com olarak, bu tür endüstriyel kaçışların her detayını yazmaya hazırız.

[ProgTurk] ProgTurk Genel Sohbet

[ProgTurk] ProgTurk Genel Sohbet

    Sohbet etme izniniz yok.

    Configure browser push notifications

    Chrome (Android)
    1. Tap the lock icon next to the address bar.
    2. Tap Permissions → Notifications.
    3. Adjust your preference.
    Chrome (Desktop)
    1. Click the padlock icon in the address bar.
    2. Select Site settings.
    3. Find Notifications and adjust your preference.