Jump to content
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Ağır Mekan

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

İncelemeler

Yeni çıkan albümler, tekli ve video kliplerin detaylı incelemeleri ve analizleri.​
Alman endüstriyel metal grubu Rammstein'ın 2001 yılında yayınlanan "Sonne" klibi, yalnızca bir müzik videosu olmanın ötesine geçerek, postmodern dönemin en çarpıcı kültürel eleştirilerinden birine dönüşmüştür. Jörn Heitmann'ın yönetmenliğini üstlendiği bu çalışma, Grimm Kardeşler'in Pamuk Prenses masalını alışılagelmiş tüm masumiyet imgelerinden sıyırarak, kapitalist sistemin yıkıcı mekanizmalarını teşhir eden radikal bir politik alegoriye dönüştürür. Klip, başlangıçta Vitali Klitschko için hazırlanan bir boks marşı olarak tasarlanmış olsa da, Universal Music'in prodüksiyon sürecine müdahalesiyle birlikte, Alman kültürel hafızasının en karanlık köşelerine dokunan çok katmanlı bir sanat eseri haline gelmiştir.
2Klip boyunca Ruby Commey tarafından canlandırılan Pamuk Prenses karakteri, geleneksel masal anlatılarındaki pasif ve masum prenses imgesinden tamamen koparak, kapitalist sistemin despotik yüzünü temsil eden bir anti-kahramana dönüşür. Prensesin 2.10 metrelik devasa boyutu ve abartılı fiziksel özellikleri, Laura Mulvey'in "male gaze" (eril bakış) teorisini bilinçli olarak ters yüz ederken, aynı zamanda tüketim toplumunun grotesk bir parodisini sunar. Rammstein üyelerinin cüceleri oynadığı bu distopik evrende, prensesin emriyle madenlerde köle gibi çalıştırılan karakterler, modern kapitalist sistemin işçi sınıfına yönelik sömürü mekanizmalarını gözler önüne serer. Özellikle cücelerin yetersiz performans gösterdiklerinde fiziksel şiddete maruz kalmaları ve prensesin altın tozu bağımlılığı, Marx'ın meta fetişizmi kavramını görselleştirerek, kapitalizmin yozlaştırıcı etkilerini çarpıcı bir şekilde resmeder.

Klipin görsel estetiği, Almanya'nın endüstriyel mirasına bilinçli göndermelerle doludur. Ruhr bölgesindeki eski kömür madenlerinden esinlenen set tasarımı, 19. yüzyıl sonu Alman İmparatorluğu döneminin ağır sanayi görüntülerini çağrıştırır. Bu tercih, Alman tarihinin en karanlık dönemlerine yapılan dolaylı bir referans olarak okunabilir. Özellikle Nazi dönemindeki işçi kampları ve Doğu Almanya'daki Stasi gözetim sistemleri, klipteki disiplin ve kontrol mekanizmalarıyla paralellik gösterir. Şarkıdaki "Eins, zwei, drei, vier..." şeklinde ilerleyen sayma teması, sadece boks maçlarındaki nakavt sayımını değil, aynı zamanda Frederick Taylor'ın bilimsel yönetim ilkelerini ve endüstriyel üretimin ritmik monotonluğunu da akla getirir. Bu sayısal düzen, kapitalist sistemin insanı nasıl mekanik bir varlığa indirgediğinin güçlü bir metaforudur.
Müzikal unsurlar da klibin politik eleştirisini destekleyecek şekilde kurgulanmıştır. Spectrasonic'in "Symphony of Voices" sample kütüphanesinden alınan mekanik kadın vokaller, Theodor Adorno'nun "kültür endüstrisi" eleştirilerini akla getirir. Prensesin kahkahalarındaki yapaylık ve duygusuzluk, kapitalist sistemin insan ilişkilerini nasıl metalaştırdığını ve duygusal bağları nasıl yok ettiğini gösterir. Till Lindemann'ın güçlü bas vokalleri ise ezilen sınıfın öfkesini ve başkaldırısını temsil eder. Müzikteki ağır endüstriyel metal sound'u, madenlerdeki mekanik çalışma temposuyla örtüşerek, izleyiciye rahatsız edici bir uyum sunar.

Felsefi açıdan bakıldığında, "Sonne" klibi Nietzsche'nin "Güç İstenci" kavramıyla derin bir diyalog içindedir. Şarkı sözlerindeki "Sie ist der hellste Stern von allen" (O, yıldızların en parlağı) ifadesi, Nietzsche'nin üstinsan kavramını çağrıştırırken, aynı zamanda faşizmin yüceltme retoriğine yönelik sert bir eleştiriye dönüşür. Prensesin devasa boyutları, Albert Speer'in Nazi mimarisindeki megalomaniyi anımsatır. Ancak Rammstein, bu imgeleri kullanarak iktidarın yozlaştırıcı etkisini teşhir eder. Marksist bir okumayla, klip Karl Marx'ın Kapital’inde tanımladığı meta fetişizmi kavramını görselleştirir. Prensesin altın enjeksiyon sahneleri, Guy Debord'un "gösteri toplumu" tezlerini çağrıştırırken, cücelerin madende çalışma sahneleri Friedrich Engels'in "İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu"ndaki betimlemeleri akla getirir.

Klipin kültürel etkisi ve akademik kabulü oldukça geniştir. Berlin Sanat Üniversitesi'nden Prof. Klaus Neumann, klibi "postmodern bir Brechtyen yabancılaştırma örneği" olarak tanımlar. Frankfurt Okulu geleneğindeki bu okuma, eserin didaktik boyutunu vurgular. 2001 VMA Ödülleri'nde "En İyi Sanat Yönetmenliği" dalında aday gösterilen klip, YouTube istatistiklerine göre büyük ölçüde akademik amaçlarla izlenmektedir. 2019'da yayınlanan "Deutschland" klibinin sonunda "Sonne"nin piyano versiyonunun kullanılması, grubun kendi mitolojisini yaratma çabasını gösterir.
Sonuç olarak Rammstein'ın "Sonne" klibi, 21. yüzyılın en karmaşık kültürel metinlerinden biridir. Geleneksel Alman masallarının, endüstriyel mirasın ve küresel kapitalizm eleştirisinin kesişiminde konumlanır. Walter Benjamin'in "Pasajlar"ında tanımladığı diyalektik imge kavramını çağdaş bir forma büründüren bu çalışma, izleyiciyi rahatsız edici bir tarihsel hesaplaşmaya davet eder. 22 gün süren çekimler ve 1.2 milyon DM'lik bütçeyle hayata geçirilen klip, Vivienne Westwood tarafından tasarlanan 18 kg'lık prenses kostümü ve Sovyet dönemi Çekoslovakya'sında çekilen maden sahneleriyle, sanatsal titizliğin de önemli bir örneğidir. Eserin güncelliğini koruması, Rammstein'ın sadece bir müzik grubu değil, aynı zamanda kültürel bir fenomen olduğunun kanıtıdır.
Helsinki’ye “Endüstri 4.0 Entegrasyonu” için gelmiştim. Proje sunumları, fabrika turları ve Finlandiyalı mühendislerle saatler süren toplantılar… Otele döndüğümde, termal kamera raporlarını incelerken resepsiyondaki küçük bir ilan dikkatimi çekti: “Bu gece Tavastia’da: H.E.A.T + Temple Balls – Hard Rock Tsunamisi!” Gözlerim parladı, çantamdan Iron Maiden telefon kılıfımı çıkardım ve telefonuma taktım. ( Bu benim kendimce insanlara karşı metal müzik dinlediğimi gözlerine sokme şeklim), Takım elbisemin altına Judas Priest tişörtümü gizlice giydim. Müşteriye “Akşam raporları tamamlayacağım” diyip, -15°C’de karları yararak mekana koştum. Kapıdaki bilet gişesinde, Welcome to the Future albüm kapağındaki dijital kasırgayı andıran bir afiş asılıydı. İçeri adımımı attığım an, proje stresi yerini distorsiyonlu bir neşeye bıraktı!
Temple Balls: Kuzeyin Genç Çelik Bilekleri
Finlandiya’nın Oulu şehrinden fırlayan bu beşli, Avalanche (2023) albümünün ruhuyla sahneyi paramparça etti. Açılış şarkıları Strike Like a Cobra’nın ilk riff’i, fabrikadaki robot kollarının hassasiyetiyle çalınmıştı sanki! Arde Teronen, Hell and Feelin’ Fine’da mikrofon standını bir kılıç gibi sallarken, sabahki müşteri toplantısında dinlediğim verimlilik artışı grafiklerini unuttum. Jiri Paavonaho’nun Dead Weight solosu, endüstriyel bir testerenin metal kesişi kadar keskin, Niko Vuorela’nın ritim gitarı ise hidrolik preslerin düzenliliğinde ilerliyordu. Prisoner in Time’da Jimi Välikangas’ın bası, kalbimin atışını senkronize etti. Antti Hissa’nın Thunder From the North finalindeki double pedal performansı, Helsinki metrosunun raylarından daha hızlıydı! Sahneden inerken, “Bu çocuklar bir gün Wacken’de ana sahneyi yıkacak” diye mırıldandım.
H.E.A.T: İsveç’in Ateş Çemberi
Tavastia’nın ışıkları karardığında, hoparlörlerden Glenn Frey’in The Heat Is On çalmaya başladı. İş gezisindeki tek planım rapor teslimi iken, şimdi kendimi H.E.A.T’in Disaster kasırgasının göbeğinde bulmuştum! Kenny Leckremo, sahneye fırlar fırlamaz, mikrofon kablosunu bir vinç halatı gibi sallayarak bağırdı: “Helsinki, bu gece geleceği yakalıyoruz!” Yeni albümün bu ilk single’ı, sabahki termal sensör testlerinden daha sıcaktı! Dave Dalone’un gitarı, Emergency’de yangın alarmına dönüştü; Jona Tee’nin klavyesi, Dangerous Ground’da fabrika sirenlerini andıran melodilerle çaldı.
Kenny, Beg Beg Beg’in ortasında Black Sabbath’ın War Pigs’ine geçiş yapınca, aklıma projedeki eski sistemle uyum sorunu geldi. “İşte gerçek uyum bu!” diye düşündüm, headbang yaparken. Living on the Run’da kalabalık öyle bir koro oldu ki, Finlandiya’daki tüm fabrikaların çarkları bu ritimle dönseydi, ülke enerji ihraç ederdi! Yeni şarkı Bad Time for Love’ı tanıtırken Kenny’nin “Bu parçayı sizin için saklamıştık!” demesi, müşterinin sürpriz prototip açılışını hatırlattı. Ama bu daha heyecanlıydı!
Rockfest Sürprizi ve Proje Sunumundaki ‘Sister Christian’
Konser bittiğinde, Tearing Down the Walls’un yankıları kulaklarımda, otel odama döndüm. Mühendislik çizimlerinin üzerine, setlist’ten One by One’ın sözlerini karaladım. Ertesi sabah, müşteriye sunum yaparken telefonum titredi: “H.E.AT, Rockfest Turku’ya Geliyor!” Slaytlar arasına Sister Christian’ın klibinden bir kare sıkıştırdım. Finlandiyalı mühendisler, “Bu grafik ne anlama geliyor?” diye sorunca, “Yeni nesil enerji verimliliği” dedim. İçimden ekledim: Hard Rock verimliliği…

O gece, H.E.A.T’in solisti Kenny, sahneyi “geleceğin arenası” diye nitelendirmişti. Haklıydı. Çünkü Tavastia’da gördüğüm; robotik sistemlerin soğuk hesaplamaları değil, insan ruhunun nasıl 1000 Miles öteye sıçradığıydı. İş gezileri artık benim için sadece raporlardan ibaret değil. Çantamda hep bir Judas Priest tişörtü ve kulaklığımda Tearing Down the Walls olacak.
Not: Eğer siz de bir iş gezisinde konser kaçamağı yaparsanız, patronunuza değil ama bize yazın! agirmekan.com olarak, bu tür endüstriyel kaçışların her detayını yazmaya hazırız.


Yıllarca "bir gün" diyerek ertelediğim, mor mürekkeple karalanmış o günlük sayfaları, nihayet AĞIR MEKAN’ın arşiv ışığıyla aydınlanıyor. 28 Mayıs 2022, sadece bir tarih değil; İnönü Stadı’nın devasa tribünlerinde biriken 30 bin yüreğin attığı ortak ritmin, nefeslerin kesiştiği bir kâbustu. Defterimin soluk kenarlarına sıkışmış bu anıyı kaleme alırken, parmak uçlarım hâlâ o geceden kalma elektriği hissediyor.
Mor ve Ötesi’nin “büyük hayali”, 2019’da attıkları o meşhur Instagram gönderisinde (“Gelecekten bir #tbt!”) filizlenmişti. Pandeminin gölgesinde kaybettiklerimiz, unutturulmak istenen direnişler… Ama o akşam, İnönü’nün çelik kafesi altında, “Sirenler” albümünün notalarıyla yeniden doğan bir umut vardı. Kalemi elime aldığımda, Beşiktaş rıhtımından yükselen deniz kokusuyla karışık kalabalık terini hatırladım. Sanki defterin sayfaları, Harun Tekin’in mikrofonundan sızan o ilk notayla titreşiyordu.
Ağır Mekan’ın bu metni gün yüzüne çıkarması, sadece bir anıyı paylaşmak değil; kolektif hafızanın kırık bir parçasını yerine oturtmak gibi. O gece, tribünlerde yan yana duran kimliksiz yüzlerin nasıl tek bir bedene dönüştüğünü anlatmak… 30 bin kişinin “Düşerim ama kalkarım!” diye haykırışının, beton zeminde nasıl sismik bir dalga yarattığını kelimelere dökmek… İşte bu satırlar, o geceyi ruhunuzda yeniden yaşatacak bir köprü olacak. Çünkü biliyorum: Mor ve Ötesi, sadece bir grup değil; kaybolan her şeye rağmen ayakta kalanların ortak çığlığı.
Not: Bu yazıyı okurken, kulaklarınızda “Cambaz”ın o ilk akorları çalınıyorsa, başardık demektir. 🖤
SAAT 18:30 | İSTANBUL’UN KALBİNDE BİR RÜYA BAŞLIYOR
Dolmabahçe’nin denize açılan dev kapılarından süzülürken, Boğaz’ın serin nefesi, yüzümdeki heyecanı kamçılıyordu. İnönü Stadı’nın çelik silueti, ufukta kolektif hafızanın bir anıtı gibi yükseliyordu. Tribünlerde asılı “Vodafone Park Değil, İnönü!” pankartları, sadece bir isim direnişi değil; şehrin ruhuna sahip çıkma manifestosuydu. Tanıl Bora’nın “Direnişin SİT alanı” dediği bu beton yığını, o akşam 30 bin kişinin ortak nabzıyla canlanıyordu. Sahne arkasından sızan mor ışıklar, stadın gri tonlarını yumuşatırken, 2013’ün hayaletleri tribünlerde geziniyor gibiydi.
Harun Tekin’in 2019’daki o meşhur Instagram gönderisi –“Gelecekten bir #tbt”– aklıma düştüğünde, kulaklarımda The Ringo Jets’in davul sesleri çınlıyordu. Grup, “Hepimiz oradaydık!” diyerek Gezi’nin ruhunu selamlamış, sahneden yayılan ateşli riff’lerle kalabalığı ısıtmıştı. Pandeminin kayıp yılları, kesilen ağaçlar, unutulan sloganlar… Ama o an, “Sirenler” albümünün ilk notasıyla İnönü’nün betonuna kazınan umut, 30 bin nefeste filizleniyordu. Yanımdaki genç çift, birbirine sokularak “Tam üç yıl, bu an için…” diye mırıldandı. Kadının bileğindeki “Diren!” dövmesi, Kerem Kabadayı’nın davul pedallarıyla senkronize atıyor gibiydi.
Stadın içinde biriken elektrik, prizlerden değil, birikmiş özlemlerden besleniyordu. Beşiktaş’ın bu çelik devi, o gece sadece bir konser mekanı değil; kolektif hafızanın yeniden doğuş mabediydi. Sahnenin üzerindeki dev ekran aydınlandığında, Gezi Parkı’nın ikonik kareleri dans etmeye başladı: Gaz maskeli bir gencin gülüşü, ağaçlara sarılan eller, duvarlara kazınmış şiirler… Tribünlerden yükselen “Oh!” çığlığı, 2013 ruhunun burada yeniden nefes aldığını ilan ediyordu. Arkamdaki 70’lik bir amca, torununun kulağına “Bak, işte o günler!” diye fısıldarken, herkes Harun’un mikrofonu eline alacağı anı bekliyordu.
Sahne kurulumundaki teknik aksaklıklar –ses sistemindeki boğukluk, gitarların bazen baskın gelişi– bir anlık hayal kırıklığı yaratsa da, 30 bin kişinin “Uyan!” narası, tüm eksikleri silip süpürdü. Açılışın gecikmesi, kalabalıkta “Yine mi?” endişesi yaratsa da, Mor ve Ötesi sahneye çıktığında her şey unutuldu. “Burası sadece bir konser değil!” diyen bir ses, sanırım içimden geçiyordu. İnönü’nün çimleri, o gece direnişin ve umudun yeşerttiği bir tarlaya dönüşmüştü…
SAAT 20:20 | SAHNE KARARIYOR, KALPLER AYDINLANIYOR
21:00’de başlaması planlanan konser, dışarıda kuyruk olan binlerce insan yüzünden 20 dakika gecikmeyle başladı. Tribünlere tırmanırken, “Acaba sahneye 22:00’den önce çıkarlar mı?” diye düşünenlerin kaygılı fısıltıları, kırmızı ışıkların titreyişiyle anında buharlaştı. Aniden, “Uyan!”ın uğursuz bas riff’i stadın duvarlarını yaladı. Mor ve Ötesi sahneye fırladığında, Dünya Yalan Söylüyor albümünün kapanış parçası, bir açılış manifestosuna dönüşmüştü. Kerem Kabadayı’nın davulları, tribünlerin betonunu sismik bir depremle sarsarken, Harun Tekin’in mikrofonu kavrayışındaki sessiz öfke, kalabalığa şunu haykırıyordu: “Artık uyuma zamanı değil!”
Arkamda duran orta yaşlı bir adam, “Bu şarkıyı 2005’te babamla dinlerdim!” diye bağırdı. Sesindeki titreme, nesiller arası bir mirasın yankısıydı. Yanıt vermeye fırsat bulamadan, Burak Güven’in düşük frekanslı bası ve Kerem Özyeğen’in parçalayıcı gitar soloları, “Forsa”yı ateşledi. Sahnede, ateşten çemberlerle çevrili dansçıların koreografisi, ekranda yansıyan Gezi direnişinden kesitlerle birleşince, stat pagan bir ayin alanına dönüştü. Harun’un “Bu şarkı, bizim tutsaklığımızın hikâyesi!” diye haykırması, kalabalığı 10 bin derecelik bir ergime noktasına taşıdı.
“Güneşi Beklerken” çalınırken, Harun piyanonun başına geçtiğinde, stat anlık bir sessizliğe gömüldü. Telefon ışıklarından örülmüş bir yıldız haritası, tribünlerde parladı. Yanımdaki genç kadın, “Bu şarkıyı üniversite mezuniyetimde söylemiştim…” diye fısıldarken, gözlerindeki ıslak parıltı, o anı yeniden yaşadığının kanıtıydı. Mor ve Ötesi, sadece şarkı çalmıyordu; izleyicinin belleğine kazınmış anıları sahneye davet ediyor, kolektif bir terapi seansına dönüştürüyordu.
Ancak her şey mükemmel değildi. Ses sistemindeki tutarsızlıklar –Harun’un vokallerinin bazen boğuk, gitarların gereğinden gür gelişi– bazı anlarda hayal kırıklığı yaratsa da, 30 bin kişinin “Dünya yalan söylüyor!” narası, tüm teknik aksaklıkları devrimci bir uyuma dönüştürdü. “Forsa”nın son notasında, sahnenin üzerine yeşil lazerlerle “Tükenmez hayatın sesi” yazısı yansıtıldığında, tribünlerdeki 70’lik bir nine, “İşte bu, bizim marşımız!” diye gözyaşlarını silerken gördüm. Mor ve Ötesi, o gece müzikten öte bir direniş hattı örmüştü…
SAAT 21:15 | İSTİKLAL’DE BİR UMUT YÜRÜYÜŞÜ
Sirenler albümünün kapanış üçlüsü Tünel, İstiklal, Park sahneye taşındığında, dev ekranda 2013 Haziranı’nın ikonik kareleri dans etmeye başladı: Gaz maskeli bir gencin direniş çiçeği uzatışı, Gezi’nin renkli grafitileri, polis barikatlarını aşan insan seli… Harun Tekin, mikrofonu öfkeyle kavrayıp “Bu şarkılar nostaljik bir ağıt değil; geleceğe yazılmış mektuplar!” diye haykırdı. “Ne kadar mutlusun İstiklal’de” dizesini vurgularken, binlerce insanın gözlerinde kaybolmuş cumartesi sabahları, bitmeyen sokak muhabbetleri, küçük dükkanlarda soluklanan anılar canlandı. Tünel’in karanlık geçidinden Gezi’nin yeşiline uzanan bu yürüyüş, sadece coğrafi bir rota değil; kolektif hafızanın çatlaklarından sızan bir ışık hüzmesiydi.
Yanımdaki kadın, “Üniversitede her gün İstiklal’de kaybolurdum; şimdi o sokaklar bize yabancı!” diye fısıldarken, Harun’un piyanosundan dökülen notalar, “İstiklal”in tükenmez hayatını sahneye taşıdı. Alper Tekin’in klavyeleri “Park”ın girişinde yükselirken, ekranda kesilen ağaçların kökleri yavaşça filizlendi. “Yürü, çek etme!” sözleri, 30 bin kişinin ağız birliğiyle haykırışına dönüştüğünde, İnönü’den Taksim’e uzanan görünmez bir köprüde, 2013’ün nöbetçileriyle 2022’nin dinleyicileri el ele tutuştu.
Sahnenin her köşesinde, dansçıların bedenleri direnişin somutlaşmış haliydi. “Hazinende” çalınırken, ön sıralarda “Bir kabusu yenmeye geldik!” yazılı pankart sallayan genç bir kız, Harun’un “Bu şarkılar sadece bize ait değil; Mücella Abla’ya, Çiğdem’e, Can’a ait!” sözlerine eşlik ediyordu. Kalabalıkta, 50’li yaşlarında bir baba, omzundaki kızına “Bak, işte müzik budur!” diye haykırırken, 70’lik bir nine “Bizim marşımız bu!” diye gözyaşlarını siliyordu. Mor ve Ötesi, kuşakları “Tamiri Mümkün Kalbinin” nağmeleriyle birleştirirken, sahnede dans eden gençlerin koreografisi, direnişin bedenleşmiş ritüeline dönüşüyordu.
“Park”ın finalinde, Harun’un “Hiçbiriniz yalnız değilsiniz!” çığlığı, stadı bir anda Gezi’nin o ilk gecesine taşıdı. Dev ekranda, halkalar oluşturup oturan insanlar, gitar çalan gençler, duvarlara “Her şey çok güzel olacak!” yazan bir el belirdi. Tribünlerdeki binlerce telefon ışığı, parkın kayıp ağaçlarını simgesel olarak yeniden dikiyordu. Kerem Kabadayı’nın davulları, “Yürü!” komutunu verirken, Burak Güven’in bası Taksim’in altında kaybolan metro raylarını hatırlatan bir uğultuyla titretti.
O an anladım: Bu konser, bir veda değil; yarınlara tutulan bir aynaydı.
SAAT 22:30 | DEVRİMİN DÖRT DORTLÜK MİRASI
Cümbüşün tellerinden fırlayan Anadolu tınıları, sahneyi bir direniş marşının doğaçlama provasına dönüştürdü. Ozan Tügen’in parmakları enstrümanın gövdesinde asi bir çocuk gibi gezindikçe, “Cambaz”ın ilk akorları stadı elektrik yüklü bir halkaya çevirdi. “Düşerim ama kalkarım!” nakaratı patladığında, 30 bin kişi aynı anda çömelip zıpladı; beton zeminden yükselen toz bulutları, Gezi’nin unutulmaz sloganlarıyla dans eder gibiydi. Ön sıralardaki grup, birbirinin omuzlarına basarak Kerem Özyeğen’in gitar sololarına çılgınca eşlik ediyor, sahnede dansçıların bedenleri, “Deli”nin kaotik ritmiyle kıvılcımlar saçıyordu.
Bir Derdim Var başladığında, Harun mikrofonu kalabalığa uzattı: “Haydi, hep beraber!” “Dünya yalan söylüyor!” çığlığı, Boğaz’ın sularını titretirken, Haliç’in ışıklı silueti bile bu isyana katılmış gibiydi. Sahnede, direnişin ikonik posterleriyle bütünleşen dansçılar, “Tamiri Mümkün Kalbinin”in hüzünlü melodisinde donuk bir heykel grubuna dönüştü. Mavi lazerler, Harun’un alnındaki ter tanelerini gözyaşına çevirirken, arkamdaki baba kızına “Bak, bu şarkılar bizim gizli anayasamız!” diye fısıldadı.
Encore için sahneye dönüşlerinde, Harun’un “23”ü söylerkenki kırık gülümsemesi, içimizdeki o yenilmemiş çocuğu ortaya çıkardı. Hazinende’de omuz omuza sallanan kitle, Daha Mutlu Olamam’da “Bu an dursun!” diye yalvarırken, Park’ın final notaları devreye girdi. Dev ekranda, Gezi’nin kesilen ağaçları yavaşça filizleniyor, “Yürü, çek etme!” sözleri Taksim’e akan bir insan nehrine dönüşüyordu. Stadın dört bir yanından yükselen alkış, 10 dakika boyunca dinmedi; sanki 2013’ün ruhu, bu kez İnönü’nün çelik kafesinde zafer naraları atıyordu.
O an anladık:
Bu konser, bir veda değil;
Yarınlara fısıldanan bir andı.
GECENİN SONUNDA | BİTMEYEN BİR MARŞ
Beşiktaş sokakları, “Bir Derdim Var”ın mırıltılarıyla çınlıyordu. İnönü’nün çelik kapılarından süzülen kalabalık, bir devrimin ayak izlerini şehrin kaldırımlarına kazıyordu. Bir grup genç, “Harun abi, ruhumuzu geri verdi!” diye bağırırken, başka bir köşede “İstiklal”in nakaratını mırıldanan bir kadın, gözlerinde 2013’ün tozlu günlerini taşıyordu. Dolmabahçe rıhtımında, denize bakan sakallı bir adam, cebinden çıkardığı eski deftere aceleyle notlar alıyordu. Belki de Ağır Mekan’ın gelecekteki yazarı, o geceyi “İnönü’de Doğan Güneş” başlığıyla ölümsüzleştirecekti…
Yürürken, konser başında gördüğüm “Vodafone Park Değil, İnönü!” pankartını taşıyan gruba yeniden rastladım. Pankartın altına “Mor ve Ötesi’yle Direniş Yeniden!” yazmışlardı. Siyah sprey boyalarla çizilmiş bu ekleme, bir manifestonun imzası gibiydi. Ağır Mekan’ın bu yazıyı yayımlarken altına düşeceği notu tahmin ediyordum: “Müzik, aidiyetsizlerin gizli vatanıdır. Sınırları yoktur, pasaportsuz geçilir.”
AĞIR MEKAN’A BİR NOT DA BENDEN…
Bu satırları yazarken, 28 Mayıs’ın “kolektif terini” yeniden hissettim. Mor ve Ötesi, sadece kulaklarımıza değil; yüreklerimize tuttuğumuz bir aynaydı. Her bir nota, kaybettiklerimizin gölgesinde parlayan bir meşale oldu. Ağır Mekan, işte bu yüzden var: Tozlu raflarda unutulan anıları, küllerinden doğan anıtlara dönüştürmek için… Siz de saklı hikâyelerinizi burada cesurca paylaşın. Belki bir gün, sizin cümleleriniz, bir başkasının “Dünya yalan söylüyor!” çığlığına dönüşür…
Not: O gece İnönü’de olanlar, “İstiklal”de kaybolup bulunanlar, “23”ün o kırık tınısını hâlâ içinde taşıyanlar… Yorumlarda buluşalım. Çünkü bu hikâye, hepimizin ortak belleğinde bir çentik. Ve unutmayın: Müzik sustuğunda bile, marşımız kulaklarımızda çınlar. 🎸✨
P.S. Eğer bir gün Dolmabahçe rıhtımında, elinde defterle denize bakan bir kişi görürseniz… Bilin ki o, bir sonraki devrimin kronikçisi olabilir. Belki de sizsiniz. 🌊📖


BEHEMOTH
The S**t Ov God
BEHEMOTH, liderleri Nergal’ın tutkuyla parlayan karizmasıyla beslenerek, dünyanın gözbebeği şeytani metal grubu olma yolunda kararlı adımlarla ilerliyor. Evet, GHOST bu kervana dahil değil. Nergal ve yoldaşlarının bu noktaya ulaşması kaçınılmazdı. 2004’te dönüm noktası niteliğindeki “Demigod”ın yayınlanmasından bu yana, BEHEMOTH kimsenin mümkün göremediği bir başarı seviyesine ulaştı.
Festivallerin vazgeçilmezi ve epik arena turnelerinin güvenilir aktörleri olarak kök salan Polonyalılar, korkutucu bir üne ve istikrarlı, devasa bir diskografiye sahip. Yükselişlerinin zirvesi, tam on yıl önce, Nergal’ın lösemiyle savaşının dipsiz karanlıklarını ve zafer coşkusunu anlatan modern bir şaheser olan “The Satanist” ile geldi. Bu albümde, grubun kendine özgü ölüm metal fırtınası ile küfürbaz, kara büyülü atmosferi, adeta gerçek zamanlı olarak büyüyüp etkisini katladı. Ardından gelen “I Loved You at Your Darkest” (2018) ve “Opvs Contra Natvram” (2022) aynı öfke dolu kaliteyi korusalar da, seleflerinin etkisini ve kalıcılığını yakalayamadı. Elbette ana akım bir dev olmak BEHEMOTH’un hedefi değildi, ancak artık tartışmasız bir fenomen haline gelen grup için, geleceği yeniden tanımlayacak ve içine birkaç taş gibi sert ilahi serpiştirecek bir albüm kaçınılmazdı. İşte albümle aynı adı taşıyan şarkının (muhtemelen grubun bugüne kadarki en akılda kalıcı parçası) habercisi olduğu “The Shit Ov God”, tam da bu ihtiyacı karşılıyor.
Grubun geçmişinden keyif alan dinleyiciler bu albümde de bolca tatmin bulacak, ancak müzikal vurguda incelikli bir kayma göze çarpıyor. “The Shit Ov God”, çürüyen ve kaynayan gitar tonlarıyla, devasa ve acımasız bir ses dokusu sunarken, bu güç o kadar baskın ki, tümüyle bir taarruz hissiyatı yaratıyor. Daha da önemlisi, grubun 13. stüdyo albümü, mesajını doğrudan iletme konusunda bir ustalık sergiliyor. Kataloğunda çoğunlukla kancalardan uzak duran BEHEMOTH, bu kez aynı lirik vurguları yepyeni bir yöntemle, sadist bir neşeyle zihinlere kazıyor. Albüme adını veren parça “The S**t Ov God”, bu yaklaşımın doruğu: BEHEMOTH terminolojisinde “hep bir ağızdan söylenebilir” nitelikteki bu şarkı, gelecek konserlerin vazgeçilmezi olmaya aday. Nakaratı haykırtan, günümüzün bölünmüş ve adaletsiz dünyasında yankılanan bir mesaj taşıyor. Bu, bir başkaldırı olarak küfrün ta kendisi: “Sen saflıksan, ben pisliğin çocuğuyum! / Sen inançla yüceltilirken, ben irademle sürükleniyorum…” diyen Nergal, dini ikiyüzlülüğün sunağına devasa, buharı tüten bir bok bırakarak felsefesini özetliyor. Frontman, kendi sapkın deklarasyonlarından hiç olmadığı kadar keyif alıyor ve şarkı, acımasız bir adrenalin patlamasına dönüşüyor. Anti-Hıristiyan misyon tamamlandı.
“The S**t Ov God”ın tamamını başlık parçasının kavgacı sadeliğiyle özdeşleştirmek abartı olur, ancak BEHEMOTH burada hiçbir yumruğu esirgemiyor. “The Shadow Elite”, çekirge sürüsü gibi saldıran kara yürekli riffler ve cehennemin derinliklerinden fışkıran vaazları andıran o görkemli üslupla, muazzam bir açılış sunuyor. Nakarat, aşırılığın içinden pala gibi kesip geçerken, gitarların (ve Inferno’nun benzersiz davul performansının) yarattığı yoğun, rahatsız edici atmosfer hiç azalmıyor. Aynı durum, ustaca uyumsuz melodik dokunuşlarla şişen ancak yine de her blastbeat ihtiyacını karşılayan “Sowing Salt” için de geçerli. Buna karşılık “Lvciferaeon”, sapkın kancalarını bulantı ve kaos sisiyle örtüyor; ölüm metalinin gücü ile black metalin öfkesinin kusursuz bir karmaşasından obsidyen bir dram çıkarıyor.
Grubun kökenlerini unutmamak adına, “To Drown The Svn In Wine” albümün en çarpıcı anlarından biri. Acımasız, hızlı ve sofistike yapısıyla, grubun on yıldır çıkardığı en cezalandırıcı parça. “The Satanist”in en brutal anlarının bir sentezi gibi hissettiren şarkı, ses kalitesi ve güç bakımından o zaferi bile gölgede bırakıyor. Inferno’nun davulları özellikle yıkıcı. Ardından gelen “Nomen Barbarvm”, Nergal’ın grotesk doğasını zifiri riffler üzerinde homurdanırken, makinalı tüfek thrash’e saparak çürük bir solo patlaması yaşatan saf bir kötülük şöleni. BEHEMOTH, yer altının aşırılığı ile ana akımın ağır topu arasında bir kıstas haline gelmeyi başarmış durumda ve “Nomen Barbarvm” gibi parçalarda bu çatışma en anlamlı halini alıyor. Bu, büyük sahnelerin hakkını veren şeytani metal, ancak mesajın yoğunluğu geniş kitlelere ulaşırken hiçbir şey kaybetmiyor. Üstelik BEHEMOTH hâlâ risk alıyor: “O, Venvs Come!” morbid ve sinsi bir karanlıkla örülü, DNA’sında bolca klasik metal taşıyan bir keşif. Nergal’ın kaynayan kanının sesi, çılgın blastlar ve yarılmış knucklegroove’lar üzerinde duyulurken, şarkının ortasındaki sapma, tüm parçaya hayaletimsi melodiler ve cehennemi bir ihtişam katıyor. Kapanış parçası “Avgvr (The Dread Vvltvre)” ise temposunu yeniden yükselterek “The S**t Ov God”ı nefes kesici bir finalle taçlandırıyor. Nergal, tanrıların çöküşünü ilan ederek tozlu cesetleri üzerinde zaferini haykırıyor. BEHEMOTH’un ilham verici şeytani evrenine tamamen teslim olanlar için bu, bir kez daha içgüdüsel ve unutulmaz bir an.
“The S**t Ov God”, grupların hiçbir taviz vermeden zirveye ulaşabileceğinin kanıtı. BEHEMOTH’un on yılın en güçlü albümü olan bu eser, metal aleminin karanlık tahtına çöreklenmek isteyen Şeytan’a inatla direnenlere geniş ekran, yüksek çözünürlüklü bir orta parmak. Sadık Polonyalı savunucuları, bir kez daha durdurulamaz bir güç.

İçinde bulunduğumuz çağ, hardcore punk’ın doğası gereği öfkeli bir sanatsal direnişi zorunlu kılıyor. STRESS POSITIONS, bu zorunluluğu yalnızca kabul etmekle kalmayıp, onu Chicago’nun endüstriyel dokusundan sızan bir estetikle yeniden şekillendiriyor. Geçtiğimiz yılın yıkıcı albümü "Harsh Reality" ile sahneye çıkardıkları “kaynamış adrenalin, yanık lastik ve kırık dişler” metaforunu, "Human Zoo" EP’sinde deneysel bir laboratuvara taşıyorlar. Grup, vokalist Stephanie Brooks’un kalıcı parlaklıkta bir çığlığa dönüşen sesi eşliğinde, bir dakikayı bile zor bulan şarkılarında bile bir gerilla saldırısı keskinliği sunuyor. Yedi orijinal parça ve üç remixten oluşan bu 23 dakikalık eser, punk’ın geleneksel kabuğunu kırarak onu tekno-punk ve endüstriyel gürültü ile yeniden kodluyor.
"Human Zoo", grubun müzikal kimliğini bir manifesto niteliğinde özetliyor. Açılış parçası "Sadistic", blastbeat’lerin üzerinde yükselen Brooks’un yırtıcı vokalleriyle, hardcore’un şeytani bir varyasyonunu sunarken; "Fragile" ise bu öfkeyi daha da katmanlaştırıyor: Endüstriyel bir pres makinesinin ritmiyle ilerleyen şarkı, dinleyiciyi çekiç darbeleri arasında sıkıştırıyor. EP’nin başlık parçası "Human Zoo", grubun tarzında radikal bir sapmayı işaret ediyor. DEAD KENNEDYS’in anarko-punk mirasını tüyler ürperten surf rock melodileriyle harmanlayan bu parça, hem akılda kalıcı bir nakarata hem de kaotik bir güzelliğe sahip.
"Nakba", noise rock’ın çarpık dokusu altında bir breakneck sprint’e dönüşürken; "Blood Money", deathrock rifflerini psikopatça bir tempoyla çarpıştırıyor. "Salbahe Ako" ise birden fazla hız değişimi ve deneysel gitar soloları ile metal-punk’ın sınırlarını zorluyor. Kapanış parçası "Kaddish", punk’ı tamamen terk ederek, örneklenmiş gürültüler ve kopuk diyaloglarla örülü bir ambient kolaj sunuyor: İnsanlığın karanlık ruhundan sızan bir psikedelik belgesel.

EP’nin remix bölümü ise grubun deneysel cesaretini taçlandırıyor. PLANET B ve MADE BY HUMAN HANDS’in elektronik müdahaleleri, orijinal parçaların DNA’sını endüstriyel hip-hop ve tekno-punk ile yeniden yorumluyor. Özellikle "Human Zoo (MADE BY HUMAN HANDS Remix)", şarkıyı boş bakışlı bir elektro groove’a dönüştürerek, grubun özgünlüğünü teknolojik bir distopyaya taşıyor.
"Human Zoo", yalnızca bir müzik albümü değil; çağın kolektif öfkesinin bir kaydı. STRESS POSITIONS, hardcore’un sınırlarını parçalarken, dinleyiciye bir seçim sunuyor: Ya bu öfkeye kulak verin ya da küflenmiş kalıpların içinde kaybolun.

Kanonenfieber’ın müziği, tarihin tozlu arşivlerinden sızan insanlık trajedilerini blackened death metal’in soğuk nefesiyle diriltir. 2021’deki ilk albümleri "Menschenmühle", I. Dünya Savaşı’nın mekanik dehşetini, Noise’un anonim dehası altında bir “modern epik”e dönüştürmüştü. Üç yıl sonra gelen "Die Urkatastrophe" (Özgün Felaket) ise bu epiği genişletiyor, derinleştiriyor ve sanatsal bir direniş manifestosuna evriltiyor. Peki, bir başyapıtın mirasını taşımak, onu aşmak mümkün mü?
"Die Urkatastrophe", adını I. Dünya Savaşı’nın “insanlığın ilk endüstriyel katliamı” olarak anılan yıkımından alıyor. Albüm, savaşın asker mektupları, günlükler ve resmi belgeler üzerinden örülmüş bir kolajını sunarken, Noise’un tarihsel perspektifi ele alış biçimi dikkat çekiyor. "Grossmachtfantasie" ile başlayan yolculuk, savaşın milliyetçi megalomanisini gramofon kayıtları ve topçu ateşi efektleriyle resmediyor. Ardından gelen "Der Maulwurf", cephe altında tünel kazan bir askerin psikolojik çöküşünü, funeral doom homurtuları ve black metal hızıyla anlatıyor. Bu parça, savaşın bireysel travmasını, kolektif bir yıkıma bağlama konusunda bir başyapıt.
Albümün merkezinde yer alan "Lviv zu Lemberg", Avusturya-Macaristan’ın Lviv’i Ruslardan geri alışını, epik bir senfonik black metal şaheserine dönüştürüyor. Perküssüz akustik kesitlerle bezeli bu parça, Opeth’in "Blackwater Park" dönemindeki melankolisini çağrıştırırken, tremolo gitar melodileriyle savaşın estetikleştirilmiş groteskliğini vurguluyor. "Waffenbrüder" ise Heaven Shall Burn’den Maik Weichert’in konuk vokaliyle, savaşın kardeşlik ve ihanet ikilemini melodik death metal riff’leri üzerinden sorguluyor.
Kanonenfieber’ın bu albümdeki en dikkat çeken yönü, türler ötesi bir müzikal eklektisizm. "Gott mit der Kavallerie", blackened thrash’in keskinliğini Skeletonwitch tarzı bir enerjiyle birleştirirken; "Panzerhenker", funeral doom’un ağırlığını black metal blastbeat’leriyle çarpıştırıyor. "Ritter der Lüfte" ise Panzerfaust’un atmosferik dokusuyla catchy bir melodi sunuyor. Ancak tüm bu referanslara rağmen, Kanonenfieber kendi kimliğini asla kaybetmiyor.
Noise’un vokal performansı, albümün belkemiği. Testere gırtlağı çığlıkları ("Ausblutungsschlacht"), death metal homurtuları ("Verdun") ve senfonik arka vokaller arasındaki geçişler, savaşın çok katmanlı dehşetini yansıtıyor. "Ausblutungsschlacht"’ın kapanışındaki korolu final, Verdun Muharebesi’nin insanlık dışı ölçeğini adeta Wagneryan bir trajediye dönüştürüyor.
Prodüksiyon, Kristin Kohle (Kohlekeller Studio) ile birlikte organik ve dokusal bir derinlik kazanmış. Gitarların kristal berraklığı ("Lviv zu Lemberg"), basın mix’teki baskınlığı ve davulun cephe hattı ritimleri, albüme “canlı” bir nefes katıyor. DR:7 dinamik aralık, her enstrümanın soluk almasına izin verirken, "Menschenmühle"’den kalma saha kayıtları ve asker anonsları, dinleyiciyi 1916’nın çamurlu siperlerine taşıyor.
Eleştirel Perspektif: Bir Başyapıtın Mirası ve Kusurlu Final
"Die Urkatastrophe", neredeyse kusursuz bir albüm. Ancak "Verscharrt und Ungerühmt" ("Menschenmühle"’nin akustik finali) ile kıyaslandığında, "Als die Waffen kamen" biraz antiklimaktik kalıyor. Noise’un burada yaratmaya çalıştığı duygusal çözülme, selefindeki gibi yürek paralayıcı bir etki yaratamıyor. Akustik gitarın hafif melankolisi ve asker şarkısı dokusu, savaşın umutsuzluğunu tam olarak yakalayamıyor. Bu, albümün tek estetik kusuru.

"Die Urkatastrophe", yalnızca bir müzik albümü değil; tarihle hesaplaşmanın sanatsal bir biçimi. Kanonenfieber, savaşın mekanik vahşetini blackened death metal ile kodlayarak, dinleyiciyi bir etik sorgulamaya davet ediyor: Tarih tekerrür ederken, sanatın rolü belgelemek mi, yüceltmek mi, yoksa lanetlemek mi?
Noise’un bu soruya cevabı net: "Die Urkatastrophe", savaşı ne romantikleştiriyor ne de basit bir anti-militarist manifesto sunuyor. O, insanlığın karanlık aynası.
Değerlendirme:
Konsept ve Anlatı: 5/5
Müzikalite ve Çeşitlilik: 4.8/5
Prodüksiyon ve Atmosfer: 5/5
Duygusal Etki: 4.5/5
Spotify’da "Der Maulwurf", "Lviv zu Lemberg" ve "Waffenbrüder" üçlüsünü dinleyin. Ardından, "Verscharrt und Ungerühmt" ile "Als die Waffen kamen"ı karşılaştırın. Tarih, sanatın bu denli güçlü bir aracı olduğunu nadiren görmüştür.

Fairytales Of Filth, 14 Mayıs 2025 tarihinde Morbid Generation Records etiketiyle yayımlanan yedinci stüdyo albümüyle Turku, Varsinais-Suomi, Finlandiya çıkışlı Cumbeast, brutal death metal’in sınırlarını masalsı bir kurguyla yeniden tanımlıyor. Tomi Uusitupa tarafından Oxroad Studios’ta kaydedilip mikslenen; Miro Kiiski’nin Miro Mastering’deki nihai dokunuşlarıyla olgunlaşan eser, groove’un acımasız ağırlığını melodik ve folklorik dokularla örerken, Sami Perttula (Korpiklaani), John Puig (Phrymerial), Lukas Swiaczny (Stillbirth) ve Henri Sorvali (Finntroll, Moonsorrow) gibi konuk sanatçı katkılarıyla anlatısal derinliği perçinliyor. Snoop Rott’un guttural vokalleri ile Rob ‘O Cock’un kavurucu rifomatik pasajları arasındaki gerilim, Mikko “Fleshpipe Mike” Konki’nin mekanik blast beat’leri ile keskinleşiyor; 2024’te kayıtlardan sonra projeye veda eden Konki’nin yerini alan Stinky Minky ise gelecek döneme dair merakı somutlaştırıyor.
Albüm, açılıştan itibaren “Cummando” ile ritualistik bir şiddet töreni sunarken, hemen ardından şekillenen “Metham Of Gotham” bölgesel nihilizmi, alt perde rezonansları üzerinden derinleştiriyor. “Captain Cock”ta Perttula’nın akordeonu ve Puig’nun dramatik konuşması, parçayı grotesk bir epik pasaj haline getirirken; “Abacus Of Testicles”de Swiaczny’nin kontrast vokal girişimleri, şiddet dozajını intibak halinde yükseltiyor. Albümün orta gövdesinde yer alan “Troll Named Scrot”da Sorvali’nin kuduz synth dokunuşları, analog tınıları modern bir distorsiyonla harmanlayarak Cumbeast’in ekstrem metal terminolojisini genişletiyor. “Åbomination” ile derin vokal gölgeler örülürken, “Forest Fap Frenzy”de bass ve davul arasındaki poliritmik diyalog, hem pit’in hem de metale dair felsefi kutlamanın sahnesi oluyor. Albümün deneysel ayağı olan “Ghostfuckers”da rap-vurgu denemeleri, külliyatın en tartışmalı bölgesini oluşturuyor; “Spermafrost” ise kapanışında, sinematografik bir dozer şiddetiyle Fairytales Of Filth’in kavramsal zirvesini oluşturuyor.
Cumbeast’in en son dehşet masalı Fairytales Of Filth, brutal altyapının folklorik ve melodik kıvrımlarla tezat oluşturarak trajik bir bütünlük kurduğu, akademik müzik eleştirisinin yapısal çözümlerine uygun bir perspektif sunuyor. Grubun güncel haberleri, turne tarihleri ve yeni müzikleri için takip edebileceğiniz sosyal medya hesapları:
Facebook: facebook.com/cumbeast
Instagram: instagram.com/cumbeast
YouTube: youtube.com/cumbeast
Spotify: open.spotify.com/artist/cumbeast

[ProgTurk] ProgTurk Genel Sohbet

[ProgTurk] ProgTurk Genel Sohbet

    Sohbet etme izniniz yok.

    Configure browser push notifications

    Chrome (Android)
    1. Tap the lock icon next to the address bar.
    2. Tap Permissions → Notifications.
    3. Adjust your preference.
    Chrome (Desktop)
    1. Click the padlock icon in the address bar.
    2. Select Site settings.
    3. Find Notifications and adjust your preference.